5 - Ba'al'in 24. Yılı, Yazortası Arifesi
Bugün şehir düşünce o sabahı hatırladım. O günü en çok havada uçuşan küllerle hatırlıyorum. Onlar havada salınırken sokağın hareketleri de yavaşlamıştı sanki.
İlk önce güneş kül rengi bulutların ardından doğdu sanmıştım. Sarı ışık yerine kül rengi ışık vardı. Bir gün önceden kalan ekmeği kemirerek sokağa çıkmıştım; kül rengi bulutlardan değil, havada uçuşan küllerden geliyordu. Kentin açıklığına doğru yürümeye başladım.
Moloch kollarını bir tanrıya yakarıyormuş gibi havaya kaldırmıştı. Gökyüzünü kaplayan gövdesi bir tepenin eğimine benziyordu. Böylece sırtına yatırılan çocukların ve gençlerin alevlerle dolu bir kuyuya yuvarlanmasını sağlıyordu. Çığlıklar havada alev alarak bir anda parlayıp sönüyor, kuyuya yalnızca sonsuza kadar esaret altında tutulacak ruhları düşüyordu.
İlk doğan erkeğin kurban edilmesi tanrıları durduruyor. Fakat son birkaç yıldır tanrıları kandırmanın yolunu bulduk. Anne babalar gizlice, kendi çocuklarının yerine, köle pazarlarından ya da başka anne babalardan aldıkları çocukları kurban ediyorlar. Kentin Ba'al'i ise hangi çocukların kurban verildiğini önemsemiyor. Ba'aller vebaları, kuraklıkları, ekinleri hasta eden küfü, mahsulü yavaş yavaş ama hiç durmadan kemiren fareleri insanlara göndermekten zevk alıyor. Kurban törenleri ise yürek parçalayan çığlıklarla ve yaşam gücünü simgelediği için saçların kesilmesi, kendi kendini kanlı biçimde yaralama sahneleriyle dolup taşıyor. Artık yaşlılar tarafından bile ilk kimin tarafından yapıldığı hatırlanmayan zincir, insanların sırtlarında yaralar açmak için kullanılıyor.
Fakat üzerinden çok zaman geçmeden, öldürdükleri başka çocukların vicdan azabı üzerlerine en korkunç kabusları gibi çöreklendi. Sırtlarında İblis'i taşımak omuzlarını düşürdü, birbirlerinin yüzlerine bakamayacak hale geldiler. Sokaklar gözleri yere sabitlenmiş kamburların geçit töreni altında utançla doldu, sonra utanç hepimize bulaştı. Gözlerini çevirmenin utancı hepimizi bağladı. Artık hiçbirimizin hatırlarken ister istemez güldüğü bir eski zaman görüsü yoktu. Şehir kanla beslenen bir Ba'al'ın gölgesi altında yaşıyordu.
Sonra Syracusalı Agathokles Kartacalıları yendiğinde her şey değişti.
Hakkımız olmayan bir zafer Ba'alleri olmasa da isimsiz, kimsenin bilmediği tanrıları kızdırabilirdi. Geceleri rüyalarımızda zifiri karanlıkta işkence altında sonsuz bir acı çektiğimizi görmeye başlamıştık. Bilmediğimiz tanrıların işkencelerini rüyalarımızda da göremiyorduk. Yalnızca sonsuza kadar kör karanlıkta işkence cezası ile cezalandırılmıştık. Etimizi neyle kestiklerini, yüzümüze neyle vurduklarını göremiyorduk. Sokaklarda uykusuz, ışığı sönmüş gözlerle yürüyorduk.
Sonunda şehir karar verdi ve sahtekarlığımızı affettirmek için en saygın ailelerden beş yüz oğlanı kurban ettik. Borazanlar ve flütler çocuk seslerini bastırıyordu. Orada bulunmak ve çocuklarının gerçekten öldüğünü görmek zorunda olan anneler ne bir ağıt yaktılar ne de bir damla gözyaşları aktı.
Sonunda bugün, İskender kenti almayı başardı. İskender’in bütün kuşatma hamlelerine rağmen 6-7 ay boyunca direndik. Ama suyumuz artık yetmiyor, yiyeceğimiz tükeniyor, kendi pisliğimiz içinde boğuluyorduk. Sadece buraya yiyecek ve su gelmesini engellemiyorlar, aynı zamanda buradan dışarıya çıkması gerekenlerin de çıkmasını engelliyorlardı. Kendi pisliğimizde doğan bulaşıcı hastalıklarla da savaşıyorduk.
Sonunda gücümüz tükendi. Şehir düştü.
Komutanları bazı askerlerin surlara çıkartılmasını istedi.
Herkesin gözü önünde parçalara ayrılarak hendeğe atıldılar. İnsan etinden yükselttikleri dağ ile deniz tanrısını kendi yanlarına çekmeye çalışıyorlardı. Perslere karşı deniz Ba'al'ini kendi yanlarına çekmek istiyorlardı. Erkekleri mutlaka parçalayarak yok ettiler, çocukları ve kadınları ise köleleri yaptılar.
İlk önce güneş kül rengi bulutların ardından doğdu sanmıştım. Sarı ışık yerine kül rengi ışık vardı. Bir gün önceden kalan ekmeği kemirerek sokağa çıkmıştım; kül rengi bulutlardan değil, havada uçuşan küllerden geliyordu. Kentin açıklığına doğru yürümeye başladım.
Moloch kollarını bir tanrıya yakarıyormuş gibi havaya kaldırmıştı. Gökyüzünü kaplayan gövdesi bir tepenin eğimine benziyordu. Böylece sırtına yatırılan çocukların ve gençlerin alevlerle dolu bir kuyuya yuvarlanmasını sağlıyordu. Çığlıklar havada alev alarak bir anda parlayıp sönüyor, kuyuya yalnızca sonsuza kadar esaret altında tutulacak ruhları düşüyordu.
İlk doğan erkeğin kurban edilmesi tanrıları durduruyor. Fakat son birkaç yıldır tanrıları kandırmanın yolunu bulduk. Anne babalar gizlice, kendi çocuklarının yerine, köle pazarlarından ya da başka anne babalardan aldıkları çocukları kurban ediyorlar. Kentin Ba'al'i ise hangi çocukların kurban verildiğini önemsemiyor. Ba'aller vebaları, kuraklıkları, ekinleri hasta eden küfü, mahsulü yavaş yavaş ama hiç durmadan kemiren fareleri insanlara göndermekten zevk alıyor. Kurban törenleri ise yürek parçalayan çığlıklarla ve yaşam gücünü simgelediği için saçların kesilmesi, kendi kendini kanlı biçimde yaralama sahneleriyle dolup taşıyor. Artık yaşlılar tarafından bile ilk kimin tarafından yapıldığı hatırlanmayan zincir, insanların sırtlarında yaralar açmak için kullanılıyor.
Fakat üzerinden çok zaman geçmeden, öldürdükleri başka çocukların vicdan azabı üzerlerine en korkunç kabusları gibi çöreklendi. Sırtlarında İblis'i taşımak omuzlarını düşürdü, birbirlerinin yüzlerine bakamayacak hale geldiler. Sokaklar gözleri yere sabitlenmiş kamburların geçit töreni altında utançla doldu, sonra utanç hepimize bulaştı. Gözlerini çevirmenin utancı hepimizi bağladı. Artık hiçbirimizin hatırlarken ister istemez güldüğü bir eski zaman görüsü yoktu. Şehir kanla beslenen bir Ba'al'ın gölgesi altında yaşıyordu.
Sonra Syracusalı Agathokles Kartacalıları yendiğinde her şey değişti.
Hakkımız olmayan bir zafer Ba'alleri olmasa da isimsiz, kimsenin bilmediği tanrıları kızdırabilirdi. Geceleri rüyalarımızda zifiri karanlıkta işkence altında sonsuz bir acı çektiğimizi görmeye başlamıştık. Bilmediğimiz tanrıların işkencelerini rüyalarımızda da göremiyorduk. Yalnızca sonsuza kadar kör karanlıkta işkence cezası ile cezalandırılmıştık. Etimizi neyle kestiklerini, yüzümüze neyle vurduklarını göremiyorduk. Sokaklarda uykusuz, ışığı sönmüş gözlerle yürüyorduk.
Sonunda şehir karar verdi ve sahtekarlığımızı affettirmek için en saygın ailelerden beş yüz oğlanı kurban ettik. Borazanlar ve flütler çocuk seslerini bastırıyordu. Orada bulunmak ve çocuklarının gerçekten öldüğünü görmek zorunda olan anneler ne bir ağıt yaktılar ne de bir damla gözyaşları aktı.
Sonunda bugün, İskender kenti almayı başardı. İskender’in bütün kuşatma hamlelerine rağmen 6-7 ay boyunca direndik. Ama suyumuz artık yetmiyor, yiyeceğimiz tükeniyor, kendi pisliğimiz içinde boğuluyorduk. Sadece buraya yiyecek ve su gelmesini engellemiyorlar, aynı zamanda buradan dışarıya çıkması gerekenlerin de çıkmasını engelliyorlardı. Kendi pisliğimizde doğan bulaşıcı hastalıklarla da savaşıyorduk.
Sonunda gücümüz tükendi. Şehir düştü.
Komutanları bazı askerlerin surlara çıkartılmasını istedi.
Herkesin gözü önünde parçalara ayrılarak hendeğe atıldılar. İnsan etinden yükselttikleri dağ ile deniz tanrısını kendi yanlarına çekmeye çalışıyorlardı. Perslere karşı deniz Ba'al'ini kendi yanlarına çekmek istiyorlardı. Erkekleri mutlaka parçalayarak yok ettiler, çocukları ve kadınları ise köleleri yaptılar.
Yorumlar
Yorum Gönder