8 - 12 Ağustos 2015

Kader ve keder kelimeleri birbirlerinden yalnızca iki harfle ayrılıyorKeder kader gibi odanın orta yerinde, sessizce duruyor. Bu düşünceden bir adım geriye gidemiyorum; asla uzaklaşamayan, ama asla da yakınlaşamayan dairesel bir hareketle, merkezin etrafında dönüp duruyorum; Sisifos’la Odisseus’un eşsiz birleşimi.

Yaşadığım ülke yalnızca yaşananlardan, yalnızca tutumlardan dolayı kederlenmemi değil, aynı zamanda bundan utanmamı da zorunlu hale getiriyor. Bir tür hiçe sayılmış insanlar ülkesi. Zaman zaman kendi ruhumda, yaşadığım ülkenin tüm çelişkilerini barındırdığımı fark ediyorum. Düşünce yapısı, ahlak anlayışı, dünyayı algılayışla gündeliklik içindeki davranışlar birbirini tutmuyor. İlkel duyguların saçma olduğunu, çoktan değişilmiş olunması gerektiğini, insanın bu tür duygulara karşı geliştirebileceği karşıdavranışların kişisel gelişim düzeyinde bir fark oluşturacağını düşünüyorum: Sonra adamlar, özellikle adamlar diyorum çünkü adamlar, kafa kesiyorlar. Öte yandan başka bir adam, ki bunun cinsiyetçi bir kelime olduğunu düşünüyor, sevgilisinin telefonunu karıştırdığı için ahlaksız olduğunu düşünüyor: Sahi, cinsiyetlerimizi ne zaman sadece yatakta kullanmaya başlayacağız?

Düşünüyorum. Bu konuda herhangi bir sıkıntı yok. Akademide düşünmeyi değil, daha önce koca koca adamlar neler düşünmüş onu anlattıkları ve öğrettikleri için, yeterince zeki değilseniz, ki değilsiniz, doğal olarak düşünmeyi değil, tekrar etmeyi alışkanlık haline getiriyorsunuz. Aslında oldukça da ekonomik bir yöntem; dünyada yeterince düşünce zaten var. Bir de sizin saçmalamalarınızla uğraşmayalım derken, çocukları devlet tarafından öldürülmüş bir ailenin ekranlardaki vakur ve itidalli duruşlarına methiyeler düzdüğünüzü hatırlıyorum. Bunun çaresizlikten kaynaklandığı aklınıza bile gelmedi; sağlıklı değil, zorunlu bir tavır olduğunu düşünmediniz. Sebebi çok basit; çünkü düşünmüyorsunuz, hazır düşünce kalıpları, ya da o sırada genel geçer hale gelmiş düşüncelerle oyalanıyorsunuz. Oysa çocukları devlet tarafından öldürülen her sağlıklı insan ilk önce silahlanır.

Yine de asla pes etmiyorum, kaderim, karakterimde gerçekleşen kadere karşı koymak olmalı. Yalnız ve güzel ülkemden bu noktada ayrılmak zorundayım: Türkiye, ki artık bir küfür gibi tınlıyor dudaklarımda, tutarsızlığını bile kabul etmeyen, ikiyüzlülüğünü içselleştirdiği için artık bunun farkını bile anlamayan insanların ülkesi: Yalnız ve ayı...

Zaman zaman “bir ülke, üzerinde yaşayan ve daha önce üzerinde yaşayıp gitmiş insanların toplamından başka nedir ki” gibi sorular soruyorum. Sonra bir ülkenin bundan çok daha fazla, çok daha belirsiz bir metafizikle var olduğunu düşünüyorum. “Bir ülke” diyorum bazen, “insanlar öldüğünde mezar taşlarının yerini belli eder. Bir ülke kişiye bir isim verir. Bir ülke kişiye bir numara verir ve sayısal olarak yeryüzünde karşılık bulmasını sağlar. Bir ülke kişiye, eğer aptalsa, bir milliyet bile armağan edebilir. Sonuç olarak ülkeler, yalnızca büyük mezarlıklar; katledilerek öldürülmüş, failleri asla bulunamamış, hatta çoğunlukla cesetleri bile bulunamamış insanları hatırlayıp, yine başladığım yere, kederli hiçlik duygusuna geri dönüyorum: Nihilizm acıyı ve güzelliği yok etmiyor ve o büyük soru karşısında saygı, acıma, utanç ve kederle, bunun kaderim olduğunu bilerek eğiliyorum: "Bir beyaz Toros’a 17.000 ölüyü nasıl sığdırabilirsiniz?”*

Tüm bunların yanında, kader kelimesinin içerdiği arabesk anlamı, kelimenin daha çok sosyoekonomik ve kültürel düzeyi düşük altsınıflar tarafından kullanılıyor olmasını, üst-orta sınıf tarafından yapmacık bir tavırla küçümseniyor oluşunu ve haklı olarak üst sınıflar tarafından hepten yok sayılmasını; Türkiye’de, Türkçe felsefeyle uğraşan hiç kimsenin bu kelimeyi yeteri kadar yapıbozuma uğratmıyor oluşunu tuhaf buluyorum. Ortada böylesine güçlü, böylesine estetik bir kelime durur ve varoluşumuzun ardındaki kederli zorunluluğu böylesine güzel açık ederken; Ferdi Tayfur, Aksaray Dolmuşları, Eski Türk Filmleri, Proust’un zaman algısı ve Rafet el Roman’ın bir Heidegger okumasına tabi tutulmasını istiyorum; sonra kendimin de bunu yapamadığımı fark edip, yalnızca arabesk dinlediğimi belirtmekle yetiniyor ve genel olarak çok fazla şey istediğimi düşünüyorum: Neden şiir okumuyoruz? Dahası neden şiir sevmiyoruz? Soruları cevaplarken, boktan şiirler yazdıktan sonra kelimelerin içinden özenle seçtikleri harfleri atarak, şiiri deneysellik ambalajı ile piyasaya, Batur'un deyişiyle Borsa'ya sunan şairleri dikkate almıyorum. Elbette.

Yaşadığım toprakların kendine ait bir varoluş felsefesi olmamasının herkesin benliğinde tek tek bir tür ruhsuzluk, ruhsuzluk değilse bile bir tür kabalık yarattığı ortada. Varoluşçu anlamda toplumsal karakterimiz, yaşarken kendi kendine gerçekleşti. Ama asla yazı ve düşünüş yoluyla oluşturulmadı. İncelikten yoksunluğu, estetik bir temel üzerinde inşa edilmemiş, bizzat hayatın kendi darbeleriyle oluşmuş olmasından kaynaklanıyor. Rüzgârın, suyun, günün ve gecenin, soğuk ve sıcağın şekil verdiği kayalar gibiyiz: "Köylüleri niçin öldürmeliyiz?”

Cevap çoktan verildi; çünkü onlar aptal, kaba ve kurnazdırlar. İnanarak ve kolayca yalan söylerler. Paraları olsa da yoksul görünmek gibi bir hünerleri vardır. Her şeyi hafife alır ve herkese söverler. Yağmuru, rüzgârı ve güneşi bir gün olsun ekinleri akıllarına gelmeden düşünemezler... Ve birbirlerinin sınırlarını sürerek topraklarını büyütmeye çalışırlar:** Yarım kalmış Anadolu Aydınlanması'nın kıyısında oturdum ve ağladım. Sonra “ama zaten orada yoklar” diyorum, hepsinin birden Dasein’ine göndermede bulunarak.  Türkiyelilerin şiir okumamasına, şiir sevmemesine, şiirle dalga geçmesine seviniyorum.

Bir isim takmam gerekirse şöyle derdim dedim Zeynep'e: Varoluşunun ardındaki boşluğu hiç sezmemiş insan mutluluğu. Zeynep dalga geçerek sordu: - Hiç mi sezmemiş? - Hiç sezmemiş, dedim, ciddiyetimi bozmadan ve istihzayı fark etmemiş gibi yaparak. Onunla baş edebilmemim tek yolu bu. Ama her şey için çok geç. "Bu saatten sonra, karanlıkta gelen düşünceden dünyaya hayır gelmez” diyerek, ayaklarıma dolanan pikeyi yatağın diğer tarafına doğru attım ve uyumaya çalıştım; sıcak tuhaf bir canlı gibi çevremi sarıyordu.

Sıcakların en güzel yanı sarılmak zorunda olmamam. Uzun vadede hepimiz ölü ve içten içe her an çürüyor olduğumuz için, potansiyel bir ölüye sarılmak istemiyordum. Mümkünse artık kimseye sarılmak istemiyordum. Uzun süredir, yaşamın temsiline dönüşmüş bir yaşam haline gelmiş bu yaşamın artık bir son bulması gerektiğini düşünüyordum: Düşüncelerim ağır ağır gelen uykunun etkisiyle dağılmaya, seyrelmeye başladı: Sıcak rüzgârda sallanan pencerenin, perdenin belli belirsiz çıkardığı sesin, uzak bir sokaktan evine doğru dönen faytonu çeken on bin yıllık atın ve artık bu saatte çoktan azalmış arabaların sesleriyle çocukluğumdan, gündeliğin içinden, birbirine karışmış bir sürü anlamlı ve anlamsız görüntünün arasında, huzursuz bir uykuya daldım.

Rüyamda daha önceden hatırlamadığım, varlığıma karşı düşmanca bir tavır takınmış tenha bir sokakta yürüyordum. Burası Türkiye olmalı. Hava açık ve martılar sessiz, bembeyaz uçuyorlardı; sessizlikleri rüyanın dünyasını sakinleştiriyordu. Nereyi aradığımı, neyi aradığımı bilmeden yürüyordum. Ne kadar sürdüğünü bilmediğim yürüyüşümün sonunda içerden belli belirsiz şıngırtıların geldiği kapısı yarı açık, tabelasız, vitrininde bir sürü maskenin ve şapkanın olduğu bir dükkândan içeri girdim. İçeride az önce birinin olduğunu, arka tarafta, dükkânı ikiye bölmek için asılmış, metal ve aynalardan yapılmış bir perdenin hâlâ sallanıyor olmasından anladım. Ya da yanılıyordum; yalnızca rüzgârdı. Perde sallandıkça vitrinden mağazaya giren ve önce perdenin üzerine düşen ışıklar oradan tekrar dükkânın içine, dükkânın içindeki şapka ve maskelerin üzerine düşüyordu; maskelerin üzerine düşen ışık onların da üzerine işlenmiş metal ve ayna süslerden, yine dükkânın içine, perdeye ve oradan da yine dükkânın içine yansıyordu. Işıkların arasında onların oynaşmasını biraz korku, çokça da hayranlıkla izlerken üzeri darmadağınık bir tezgâhta neredeyse maskelerin altında kalmış bir zil gördüm ve çekinerek zile bastım. Birkaç saniye sonra perdenin arkasından önce devasa büyüklükte görünen, yaklaştıkça benimle aynı boya küçülen bir adam çıktı. Yüzünde yeni çıkarılmış bir maskenin izleri vardı: Bu izlerin, maskenin kendisi mi yoksa maske çıkarıldıktan sonra kalan izler mi olduğunu anlamaya çalışırken adam derinden gelen kayıtsız bir sesle, artık normal boyutuna gelmiş biri olarak, nasıl bir maske istediğimi sordu: Şapkalara bakıp, neden şapka isteyip istemediğimi sormadığını sordum; adam aynı kayıtsız sesle buraya giren hiç kimsenin şapka istemediğini, herkesin yalnızca maskelerle ilgilendiğini söyledi. Etrafımdaki maskelere bakıp karar vermeye çalışırken adam “depoda tam da size göre bir maske var, efendim” diyerek perdenin arkasında kayboldu, aradan birkaç saat ya da yalnızca bir saniye geçtikten sonra elinde bir maskeyle geri döndü ve tezgahın arkasına geçip maskeyi uzatırken maskenin tam da "ben"im için yaratılmış gibi durduğunu söyledi - yıllardır herkese aynı numarayı yapan bıkkın bir tezgahtar edasıyla...  Adamın uzattığı maskeyi aldığımda maskenin tıpatıp kendi yüzüm olduğunu görüp tezgâhtara baktım ama adam artık bana değil, çok uzaklarda başka bir yere, sanki rüyanın dışına bakıyordu. Sanırım rüyamdaki rolü bitmişti. Elimdeki maskeyi incelemeye başladım: Maskenin içi aynayla kaplıydı ve gördüğüm yüzü tanımıyordum. Baktığım suret, hatırladığım suret değildi. Çocukluğumu, gençliğimi, korkularımı, vazgeçmediğim zamanları, kayıtsızlıklarımı, hiçliğimi benimle birlikte yaşayan yüz bu yüz değildi. Maskenin dış yüzünü çevirip, bu kez her zaman tanıdığım kendi yüzümle karşılaştığımda artık yapacak hiçbir şeyimin olmadığını, çaresizce kendim olmaya çalışmanın anlamsızlığını kavradım ve yeniden tezgâhtara baktım: Gözlerinden bir anlığına alışkın bir zafer işareti geçtiğini düşünsem de, adamın rüyanın dışına bakmaya devam ettiğini anladım; aynı anda dükkânın kapısı açıldı ve içeriye sıcak bir rüzgâr doldu, uyandım.

Sokak alacakaranlıktan aydınlığa doğru geçiyordu. Birkaç uzak köpek havlamasından başka hiç ses yoktu. Bir an tüm bu dünyayı kendim taşıyormuş gibi hissettim. Sanki olmasam tüm bu gerçeklik çökecekti... Oysa daha kim olduğumu bile bilmiyordum. Yaşarken öyle çok etkiye öyle farklı tepkiler vermek zorunda kaldım ki ilk ve doğru tavrım neydi unuttum. Gerçek bir sınama anında, tamamıyla dehşet dolu bir anla karşı karşıya kaldığımda, örneğin bir insana işkence etmem gerektiğinde, ya da sonsuz bir işkenceyle ağzımdan bir sır almaya çalıştıklarında nasıl bir Galip'le karşılaşacağımı bilmiyorum. Bir sigara yakıp pencereden ağır ağır aydınlanmakta olan dünyaya bakıp düşündüm: “Gerçekte kimim ben? Bir canavar mı, basit bir adam mı? Yalnızca çıkarlarının ve hazzın peşinde koşan, kendisine bir dünya kurmayı umursamayan, geleceğe dönük planlarla yaşamayan iradesiz bir adam mı, yoksa daha dünya tarafından hiç denenmemiş, gerektiği zaman bir kahramana ya da bir barbara rahatlıkla dönüşebilecek biri mi?”


Cevabın oldukça basit olduğunu kafamdaki o varlıkla yokluk arasındaki bölgede biliyorum aslında. Sorun, kendime karşı bile olsa, düşüncelerimin doğruluğunu onaylayacak bir referans noktasının eksikliğinde yatıyor. Var olan size sorun çıkardığında onu değiştirebilirsiniz ama ya sorun yokluğun kendisiyse? Ya elinizde değiştirebilecek hiçbir şey yoksa? İnsan sarsıntılı bir zeminde yaşamaya alışabilir elbette, ama yoklukla ne yapabilir? Yaşadığım bu sistemin gerçekliğinde kocaman ya da küçücük bir hiç, bir boşluk olduğumu biliyorum. Yok olduğumda yerine bir başkasını koyabilecekleri biri de değilim; sistemin hiçleştirici etkisi öylesine korkunç bir boyutta ki, yerime bir başkasını koymalarına gerek bile yok.

Yine de insan, mademki doğada, niceliğin niteliğe sıçramasının, bir atılımın, evrenin kendini düşünebilmesini sağlayan bir parçasının doğuşunun temsili, o halde anlam var olmak zorunda. Burada, bu belirsiz gerçeklikte oturup burasının, bu gördüğüm dünyanın bana bir anlam yüklemesini, bir anlam armağan etmesini beklemektense, buraya bir anlam vermeliyim. İnsan, hiçleşmeye devam ettiği müddetçe, yalnızca doğasındaki yok oluşa karşı verilen amansız ve zorunlu savaş yüzünden bile karşı koyacak ve bir anlam vermek zorunda kalacaktır. Başkaldıran insan, haklıdır. Eylem kendindeşey olarak, objektif varlık eksikliğinden doğan nihilizme içkin ve gömülü olmak zorundaysa bile, asıl, bunun bir anlamı olmamalı. Bir yerin bir anlamı olduğunda oraya zaten anlam vermenize gerek kalmıyor. Anlam ancak anlamsızlıkla dolu bir uzamda hayat kazanabiliyor.

Sefalet içinde ölmüş o adamın da dediği gibi; "İnsanoğlunun yabancılaşması, onu çevreleyen nesnelerin ve koşulların bulanıklığı arttıkça, kendini ister bir kolektife, ister bireysel bir 'unio mystika' ya adamak tarzında olsun, duvarları yıkıp yeni bir bütünlüğe ulaşma tutkusu da o ölçüde güçlenir. Hayalete dönüşmüş bir toplumun 'gerçekliği' karşısında kuşkular içinde kalan bireyci insan, bunun arkasında daha derinlikli, daha gerçek bir başka gerçekliği, yaşamın artık tükenmiş normal durumun ötesindeki anlamını, bütünlüğünü ve zenginliğini arar."***


*Erişilemeyen bir blog’da sorulan bir soru.
**Şükrü Erbaş, Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz?
*** Ernst Fischer, "Robert Musil", Niteliksiz Adam içinde, s.63.


natama8

Yorumlar

Popüler Yayınlar