2 - 12 Ekim 2010


Hatırlamıyorum.

Daha önce karşılaştığımızı da bir türlü hatırlamıyorum.

Dün sabah bir evde uyandım. Anne babası evde olmayan birinin evine benziyordu. Yaşlı, yıpranmış, modası geçmiş eşyalarla dolu bir evdi. Gecenin bir saatinden sonrasını hatırlamadığım için kimin evindeyim, neredeyim bilmiyordum. Başka bir şehirde bile olabilirdim. Pencereden sokağa bakarsam nerede olduğumu anlayabilirim diye düşündüm. Sokağa baktığım anda Karşıyaka’da olduğumu anladım. O kadar hiçbir yere gitmemişim ki Karşıyaka’nın herhangi bir yerinden herhangi bir sokak parçasını gördüğümde burada olduğumu anlayabiliyorum. Bir yerde yeteri kadar uzun süre yaşayınca mekan insanın içine, kıyafetlerine, saçlarına, tırnaklarına, çişinin kokusuna kadar siniyor. Evlerin cepheleri, yıllara göre değişen mimari, değişen malzeme… Kaldırımlarda, yol kenarlarında, apartmanların bahçelerinde yetişen bitki türleri… Apartmanların bahçeli ya da bahçesiz olması… Kaleterasit, kompozit, alçıpan… Emekli öğretmen adımlarıyla yürüyen yaşlılar, Atatürk posterleri, bayraklar… Ama tüm bu edebi parametreleri bir kenara bırakırsak eğer, tabela kirliği içinde telefon numaraları, gizemi aynı anda öldürüyor: Barış Market - Tel: 0 232 364 32 20.

Karşıyaka’daydım. Yağmur yağmaya devam ediyordu. Bugün de yağmaya devam etti. Sanırım bir haftadır yağıyor. Hızlı, yavaş, iri taneli, sicim gibi, soğuk, ılık… Bir haftadır her biçimde yağıyor. Durmadan yağıyor ama bulut örtüsü bir türlü seyrelmedi. Bilmediğim bir evde pencereden bakıyordum. Palmiyelerin yol boyunca bitkiden putlar gibi birbiri ardına dizildiği sokaklar, bulutların ve yağmurun yarattığı yoğun griyle, solgunca parlıyordu. Yağmur ve buluttan iki ayrı şeymiş gibi bahsetmem dikkatimi çekti. Maddenin ana hali neydi? Su? Buz? Bulut..? Evimin iki sokak arkasındaydım.

Dün sabah Ali’nin evi olduğunu bilmediğim Ali’nin evinde uyandım. Biraz sonra adının Zeynep olduğunu öğreneceğim Zeynep, karşımdaki kanepede yatıyordu. Sehpanın sol tarafında, yerde, yüzlerini görmediğim başka iki kişi daha vardı. Kadın olan kolunu diğer kadın olanın omzuna atmıştı. Lezbiyenlerden çekinmek gibi tuhaf bir huyum var. Sanırım yanlarında kendimi işe yaramaz bir yabancı gibi hissediyorum. Ama o andaki asıl sorunum ne evi, ne de insanları tanımıyor olmamdı. Gece yine alkol sınırımı aşmış olmalıyım. Bir yerden sonra içtikçe susamaya başladım. Sanırım bu bir hastalık. Dün de hastalığın adı gelmedi aklıma. Aklıma gelmeyen kelimeyi düşünürken Zeynep gözlerini açtı. Uyanmış bana bakarken gülümsediğini gördüm. Sanırım bu iyiye işaret. Uykudan yeni kalkmış biri için oldukça sıcak sayılacak bir sesle “N’aber” diye sordu. Gözlerimi ovuştururken “İyi ama hiçbirinizi hatırlamıyorum” diye cevap verdim. Yüzündeki gülümseme şaşkınlığa dönüşüp parkelerin üzerine düştü. Aklımın bir kenarı ile hala kelimeyi hatırlamaya çalışıyordum. Korteksim beynime yapışmış, baskı yapıyordu. Vücudum kurumak üzereydi. “Ağrı kesici var mıdır evde” dedim, acı çekiyormuş gibi bir sesle.

Zeynep yataktan hızla kalktı. Oldukça ilgili görünüyordu. Mutfağa giderken kapıda Sıla’yla karşılaştı. Demek ki başka odada yatan başkaları daha vardı. Zeynep’in aksine Sıla karmakarışık saçları ve yarı açık gözleriyle soğuk bir “günaydın” dedi. Gelip kendini Zeynep’in kalktığı kanepeye bıraktı. Sehpanın üzerinde duran plastik, mor bardağı salladı. Bardakla birlikte kalkıp mutfağa doğru yürüdü. Kapıda Zeynep’le karşılaştılar. Zeynep’in elindeki bardağı aldı, içindeki suyu içti, bardağı geri verdi, elinde boş bardakla kanepeye geri döndü, bardağı sehpaya bırakırken kanepeye uzandı. İkisinin neden arkadaş olduklarını anlamak zor olacak.

Zeynep kısa süren şaşkınlığının ardından mutfakta kayboldu. Damacana pompasının sesini duydum. “Bütün mutlu damacana pompaları birbirlerine benziyorlar ama tüm mutsuz pompaların kendine özgü bir sesi var” diyerek, içimden kendi kendime her zaman tekrarladığım şakayı yaptım. Zeynep elinde bir bardak su ve alka-seltzer’le geldi, suyu ve ilacı verip yanıma oturdu. Merakla “nasıl takıldık biz” diye sordum.

“Hiç mi hatırlamıyorsun” diye sordu Sıla. Bardağı ortamızdaki sehpaya bıraktım ve en son Cinas’tan çıktığımı hatırladığımı söyledim. Ondan sonrası yoktu. “Bornova Sokağı’nda karşılaştık. İkiyi  geçiyordu. Sanırım eve gidiyordun. Ben vapurda karşılaştığımızı hatırladım. Tabii sen vapuru da hatırlamıyordun. Şu anda hatırlıyor musun” diye sordu. Hatırlamadığımı söyledim. Zeynep şaşkınlık içinde “Hiç sarhoş görünmüyordun” dedi, “biraz sallanıyordun sadece.”

“Ondan sonra iki saat daha içtin bizimle” diyerek devam ettirdi Sıla. “Erken başladıysam geceyarısından sonrasını hatırlamıyorum” diyerek açıklama yapmaya başladım odanın ortasına doğru; bundan bahsederken gizli bir övünme içinde olduğumu düşünmelerini istemiyordum ama gizli bir övünme içindeydim. Bu sadece olan bir şeymiş ve ben de sadece konu bu olduğu için anlatıyormuşum gibi Sıla’yla Zeynep’i ortaladığımı düşündüğüm bir boşluğa doğru konuşuyordum. “Gece on ikiden sonra çok fazla içmeye devam edersem ertesi gün uyandığımda hafızamı birkaç saatliğine kaybediyorum, Külkedisi gibi çocuğum.”

Daha önce de yaptığımı bir şakaydı. Genelde kimse gülmüyor ama Zeynep adeta gülmedi, bağırdı. Sanırım bunda o andaki halimin etkisi vardı. Kısa, keskin, patlamalı, aniden biten bu tip bir gülüşü ilk defa duydum. Birinin suratına doğru tek hece ile bağır ve bunu gülme şeklinde yap. Sanırım işin sırrı iyi bir “hah”ta. Sıla akşamdan kalma kılığımla dalga geçerek gülmeye devam ediyordu. Saçlarım darmadağınıktı, gözlerim hala kanlı olmalıydı, elbiselerimle yattığım için buruşuk bir insan olarak karşısında duruyordum. İşten çıkıp eve uğramadan Alsancak’a indiğim için takım elbiseli bir ayyaş gibi görünüyor olmalıydım. Sıla gülmeyi yavaş yavaş bırakıp kanepeye uzandı, telefonuna bakmaya başladı.

“Adınızı söyler misiniz ya artık” diyerek yalandan sinirlendim. “Aa, doğru ya” dedi Zeynep ve “Zeynep” diye ekledi adının “Zeynep” olduğunu söyleyerek. Türkçenin en güzel ismini adı olarak söyledi. Sadece Zeynep’lerin yapabildiği bir şey. Sıla’nın adı ise “Sıla”ydı. “Sıla” dedi Sıla. Henüz adıyla ilgili yorum yapacak kadar bilgi sahibi değilim ama adıyla kendisi arasında bir tür tezat olabilir.

“Sabah uyanınca nerede olduğumu anlayamadığım için pencereden dışarıya baktım. İki sokak önde oturuyorum ben.” İsimlerinin bir önemi yokmuş gibi davrandım. Oysa yalnızca isimlerin bir önemi var. Gerisi biyolojik, tıbbi birtakım şeylerle ilgili. Kasların ve kemiklerin üzerini isimlerle kaplamak tarih boyunca aldığımız en doğru ama diğer yandan da en korkunç karar olabilir. Trajik insanın hikayesi ilk isimle birlikte başlamış olmalı. Ama onlara bunları anlatmadım. Zaman içinde insanların böyle konulardan hoşlanmadığını fark etmem iyi oldu. Sahici olmasa da insanlarla ilişki kurabiliyorum. En azından bir süre idare edebildiğim doğru. Sonra gerçek, sıkıcı ve mutsuz kendim yavaş yavaş her şeyi ele geçiriyor.

Sıla “Nerede ki senin evin” diye sordu. “İki sokak öndeki parkın orada, altında bakkal olan apartman” dedim. Tekrar güldüler. Tesadüfleri herkes seviyor. Hayatın değişebilir olduğu algısını yaratıyor olabilirler. Doğa müthiş bir sahtekar. Numaraları hiç bitmiyor.

Yataktaki kadınlar, konuşmalarımızdan olacak, kıpırdanmaya başladılar. Elini diğerinin üzerine atmış olan ilk önce kalktı, yatağın içinde oturdu. Kısa saçlı ve lezbiyen? Geceleri rüyalarıma girecekti. “Siz lezbiyen misiniz” diye sordum. Sıla’yla Zeynep güldüler. “Hayır, değiliz, olsak sorun olur muydu” diye devam etti kısa saçlı. “Hayır” dedim, “yanlışlıkla lezbiyenle flört etme fobisi var bende.” “Merak etme, benimle flört etmezsin” diyerek kalktı lezbiyen olmadığını öğrendiğim lezbiyen kadın. Sıla’ya doğru dönerek “Gece bir ton muhabbet ettik, bu muhabbet ne” diyerek söylendi odadan çıkarken. Gece hepsiyle tanışmıştım ama şimdi sanki olanlar hiç olmamış gibi soru sorup şaka yapmaya çalışıyordum. Bundan sonra sabah başkalarının yanında uyandığımda hatırlamadığımı hatırlamalıyım. Bir yere kadar tuhaf olmanın bir çekiciliği olabilir ama geri zekalıları kimse sevmiyor.


Tanımadığım insanların yanında yemek yemekten nefret ediyorum. “Ben gidiyorum, açlıktan ölmek üzereyim, isterseniz siz kahvaltıya gelin” diyerek kalktım. Gelmelerini beklemiyordum ama şanslı günümde değildim. Telefonumu buldum ve kapıya doğru yürüdüm. Sıla ardımdan kalktı, “ben gelirim” dedi. Zeynep bir an kararsız kalsa da Sıla’ya uymaya karar verdi. Yataktaki diğer lezbiyen olmayan lezbiyen huysuz huysuz kıpırdandı, yorganı başının üzerine çekti. Gece kapının girişine attığım montumu bulup giydim. Hala nemliydi. Bir haftadır nemli nemli dolaşıyordum. Zeynep’le Sıla’yı kapıda bekledim. Yağmurluklarını bulup giydiler, çıktık. Sıla’nın yatak kıyafetiyle dışarıya çıktığını görünce evin onun olduğuna karar verdim. Yağmurun altında eve doğru yürümeye başladık. Dipsomani. Kelime dipsomaniydi.

Yorumlar

Popüler Yayınlar