4 - 17 Ekim 2013
Zeynep açık mutfakta sigara içiyordu. Dudaklarının arasından çıkan dumanlar açık pencerenin hava akımıyla yağmurlu sokağın havasına karışıyordu. Sigara karşıtı kampanyalar insanların sigara içme alışkanlıklarında değişikliğe neden oldu. Çok değil, beş on yıl önce otobüslerde bile sigara içilebilirken, şimdi evlerinin odalarını dumansız hava sahalarına dönüştürmeye çalışıyorlar ve sağlıksız ciğerlerine çektikleri titrek dumanları pencere ve balkonlardan dünyaya bırakıyorlar. Dünya onlara ne diyorsa onu yapıyorlar. Balkonlar sigara içmenin kutsal mekanlarına dönüştü. Havaalanlarına sigara keşleri için kafesler yaptılar. Tecrit altında, elbiselerine sigara dumanı kokusu sinerken keyifle tüttürüyorlar. Oral dönemle ilgili sorunları olabilir elbette insanların, ama ağzında bir emzik tutmak için bu kadar hevesliysen en azında o emziğin kafa yapmasına da özen gösterebilirsin. Kendisine saygısı olan hiçbir insan yapmaz aksini.
Manipülasyona açık bir tür olduğumuz, birkaç kampanyayla alışkanlıklarımızı değiştirebildiğimiz açıkça belli. Bu dünyamızı ele geçirmek isteyen yeşil götlü dostlarımızın bilmekten hoşlanacağı bir özelliğimiz olabilir: “Hey, koşun! Gerekli teknik altyapı ve ısrarcı propagandalarla, söylediğimiz her şeye inanacak bir tür bulduk; kendilerine homo-sapiens diyorlar ama biraz zorlama gibi!”
Bir manyağın çıkıp ari ırkın diğer insanlardan üstün olduğunu yüksek hitabet gücü, ucubeyi andırır bir görüntü ve aşırı jest ve mimik kullanımıyla yeterince fazla tekrarlamasının, bir toplumu nereye götüreceğini tecrübe edeli çok uzun süre olmadı. Henüz üzerinden yüz yıl bile geçmiş değil. İlk toplama kampı Dachau 1933 yılında açıldı. 1945 yılında Müttefik Devletler toplama kamplarına girdiklerinde cesetler, tonlarca saç yığını, tonlarca kıyafet ve cesede benzeyen ama henüz ölmemiş insanlarla karşılaştılar. Alman halkı toplama kamplarından haberdar olmadığını, kamplarda çalışan düşük rütbeli askerler, doktorlar ve hemşireler ise sadece emirlere uyduklarını söylediler: "Tabi ki biz onların bizden daha alçak bir ırk olduğunu hiçbir zaman düşünmedik, tek yaptığımız emirlere uymaktı. Tamam, emirler biraz aşırıya kaçmış olabilir ama..." Bazen bir Alman subayının Führer'e gidip "efendim biraz aşırıya kaçtık galiba, insanlar tepki vermeye başladılar, acaba yakmasak mı Yahudileri" dediğini düşünüyorum. Sahnenin absürtlüğü bana insanla ilgili çok fazla fikir veriyor. O kadar fazla ki müptezelleşip anlamsızlaşıyor.
Bazen bir adamın çıkıp, aynı yöntemle ve uygun propagandayla bir gruba insan olduğunu teslim ederken, bunun dışında kalan insanların aslında tavuk olduğunu açıklamasının sonuçlarını düşünüyorum. Sıla ayaklarını bana doğru uzatmış, koltuğun diğer tarafında uzanıp yamuk bir şekilde televizyon seyrediyor. Sıla'nın tavuk denen grupta olduğunu düşünüyorum. O yeni model Duçe'mizin tavuk olduğunu söylediği sosyal gruptan olsun. Biliyorum ki Sıla’nın tavuk olduğuna hiçbir zaman inanmayacağım. Ama beynim yeteri kadar yıkanıp, toplumsal baskıyı da aldığında, onun en azından insan olmadığına inanmaya başlayabilirim: "Tavuk değil, tamam ama insan da değil." Hatta Ahmet Hakan bununla ilgili bir yazı bile yazabilir: "Tamam, insalara tavuk demek hoş değil ama sizce de seslerinde gıdaklamaya benzer bir tını yok mu, sadece soruyorum?"
Her şey olabilecek en absürt seviyede ama ne yazık ki bu örneğin Ruanda’da karafatmalarla ilgili gerçek ve çok da yeni bir sürümü var. Ruanda’daki Hutuların sorunu karşılarında konumlandıkları, toplumun yaklaşık yüzde onunu oluşturan Tutsilerin karafatma olduklarına inanmaları değildi. İnandıkları şey, onların insan olmadığı, ya da insansalar bile, en azından hiyerarşik konumda oldukça aşağıda yer aldıklarıydı. Bu yöntemle bir insana diğer bir insanın kafasını kestirebilmenin hiç de zor olmadığını, artık yanılmaz bir kesinlikle biliyoruz. “Yazık, çok iyi ve hassas bir buluşuz” cümlesini kuran Kostas Mourselas düşüncesinin ikinci yarısında haklıydı: Çok çabuk bozuluyoruz.
Beyinlerimizin propagandaya bu kadar açık olması, medya tarafından bu kadar kolay bir biçimde hacklenmesini Çözüm Süreci'nde fark etmiştim. 15 Şubat 2013'te, Erdoğan, MİT ile Öcalan arasındaki görüşmelerin "İmralı Süreci" yerine "Çözüm Süreci" olarak adlandırılmasının daha doğru olacağını açıklamıştı. 26 Şubat 2013'te sıra TÜSİAD'a gelmişti. Çözüm Süreci'ne destek vereceklerini açıkladılar.
Yalnızca bir haftalık bir yayın sonrasında, plazanın yemekhanesinde yemek yerken konuştuğumuz iş arkadaşlarına "benim örgütle bir problemim yok" diyebilmiştim. Aynı şeyi bir hafta önce söylemeye kalkışsaydım büyük ihtimal önce dayak yer, sonra işten atılır ve sonra da soruşturmaya uğrardım. Ama anaakım medya insanları öyle bir propaganda yağmuruna tutmuştu ki her şey bir anda değişmişti. Devlet Kürtlerle barışmayı düşünmeye başladığı anda sanki insanların kafasında onlarca yıldır kazınmış olan düşman imgesi de solmaya başladı. Hem de sadece bir haftada. Belki Gezi'nin başlamasında sürecin de etkisi vardır. İnsanların kafasındaki düşman imgesi ile oynamak bir tür domino etkisi yaratmış ve Devlet'e kafa tutmaya pek yanaşmayan insanlar bu düşünceden uzaklaşmış olabilirler.
Bu kadarı biraz fazlaydı. Gerçeklik algımı kaybetmeye başlıyordum. Yaşadığım hiçbir şeyin irademle ilgili değil dünyaya sıkılan palavralarla ilgili olduğunu düşünmeye başlamıştım. Düşünmek bir şey değildi, buna gerçekten inanmaya başlamak oldukça kötüydü. Hakikat hiçbir zaman var olmadıysa bütün bunların ne anlamı vardı? Hakikat diye göstermeye çalıştığımız şey hakikatsizliğin kurduğu bir hakikat mıydı? Sevdiğim, yanında olduğum insanlar, o yıl giymek için seçtiğim kıyafetlerin renkleri, izlediklerim, okuduklarım, yediklerim, içtiklerim... Sanki hepsi elimden alınıyordu.
Sanırım içimde karanlık bir yan büyümeye başladı. Büyümeye başlaması için önce uyanması gerekiyordu ve uyandı. Biri ya da bir düşünce tarafından dürtüldü. Neydi bu ya da kimdi? Hatırlamadığım gecelerle ilgili olabilir mi? Belki de Zeyneplerle tanışmam gibi, biriyle tanıştım ama hatırlamıyorum ve hatırlamadığım bu kişi bilinçaltımı bazı düşüncelerle doldurdu. Şimdi o düşüncelerin bana ait olduğunu düşünmeye başlamış olabilir miyim?
Huzursuzlanmıştım. Sıla'nın ayaklarını bacağımdan indirip kalktım, Zeynep'in yanına gidip sigara istedim. Sinirli sinirli içmeye başladım. Zeynep neyim olduğunu sordu, "bilmiyorum" dedim, "kafamda düşünceler var ama nereden geldiklerini bilmiyorum." Tuhafmışım gibi yüzüme baktı, "normalde biliyor musun" diye sordu. "Bu sefer farklı sanki" diyerek cevap verdim. Doktora gitmemi tavsiye etti.
Sanal evren teorisi giderek aklıma yatmaya başladı. Sanki bir simülasyonun içinde yaşıyor gibiyiz ve bizim evrenimizi bir manyak oynuyor.
Yorumlar
Yorum Gönder