3 - 18 Kasım 2011

Kasım yağmurları başladı. Eve yaklaşırken iyice hızlanmaya başlayan yağmura karşı kafamı omuzlarıma bastırıp adımlarımı hızlandırarak karşılık verdim. Plan yapılmadan, kendi kendine olan akşamlardan biriydi. 

Kapıyı Filiz açtı. Birbirimizi birkaç haftadır görmedik, uzun uzun sarıldık, birbirimize sarılmış halde bir süre sallandık. Mutfağa girip herkesi selamladım, hepsine sarıldım. Birkaç sallantılı sarılma, birkaç el şakasından sonra tuvalete gittim. Dışarıdan söyledikleri, karton kovaların içindeki tavuklardan atıştırıp şarap, bira, ot içiyorlardı.

Sesleri banyoya yükselip alçalan, neşeli, gülme anlarında daha da yükselen bir uğultu gibi geliyordu. Ellerimi yıkayıp aynada zaman zaman hoşlandığım, çoğu zamansa oldukça yabancı gelen, son zamanlarda da iyice anlamsızlaşmış yüzüme baktım. Aynaya baktığımda aklıma gelen ilk şey her zaman adım oluyor. Sanırım en çok adımla birlikte yaşıyorum. Kendim dediğim, bilinç kazanmış bu rastlantısal molekül yığını olarak en çok adım ve yüzümle özdeşim. Beni bir yere kadar özerk varlık yapan tek şey adım.

Yeryüzünde isim-taşıyıcıları gibi yürüyoruz. Bilinmesini, görülmesini istediğimiz esas şey yüzümüz değil adımız. Bizi başkalarından farklı yapan, öyle olmasak bile en azından öyle düşünmemizi sağlayan şey o ve onun içine tıka basa doldurduğumuz “yaptıklarımız.” Gerçek bir insana değil de bir isme bir karakter inşa etmek için yaşıyor gibiyiz. Bir süre sonra adımız avatarımıza dönüşüyor. Başka dünyalara olan inancım, evrenin bir yerlerinde gerçek adımı saklıyor ama ben onu asla bulamayacağım; hep bu eksiklikle varkalıp bir gün de aniden bu eksiklikle yok olacağım.

Cennet varsa belki de yaptığı şey bize gerçek isimlerimizi geri vermektir. Ya da onları bizden artık bir daha asla hatırlamayacağımız bir biçimde geri almak. Ölürken insanın kaybettiği o 21 gram adımızın ağırlığı olabilir.

Öldükten sonraysa artık yalnızca fotoğraflardan bakan bir yüz, insanların hatıralarında kalmış bir isim, sevilen bir eşyadan yeniden hatırlanmak… ve sonra hafızalardan da ayrışıyorum. Gerçek yok oluş sonunda gerçekleşiyor.

Böyle zamanlarda öte dünyalara inanmayı, inanmasam bile en azından kendime bu dünyada, bu dünyadan farklı gibi görünen başka bir iç-dünyayı kurabilmeyi istiyorum. Ama bunun için de yapabileceğim bir şey yok. Bu yüzden ben de o an yapabileceğim en makul hareketi yaptım. Ellerimi kuruladım ve ışığı açık bırakarak mutfağa gittim.

İçeriye girdiğini bilerek içeriye girmek tuhaf bir his. Girdiğin yerde biri varsa ortaya çıkıyor. Bilinmeyen duyularımızdan biri “girme duyusu” olabilir. Bir odaya girme hissi. Otobüse girme hissi. Aslında o anda yalancı da bir histi. Öyle çok konuşup öyle çok hareket ediyorlardı ki dikkatlerini bende toplamaları imkansızdı. Benmerkezciliğim silikleşip aralarında kayboldu.

Selim’e bakıp “Selim n’abıyon lan” dedim. “Ne olsun abi” diye karşılık verirken bir yandan da elindeki soslu tavuk kanadını ısırıyordu, ellerinin yağı uzandığı bardağa bulaşmıştı. Herkes hep bir ağızdan konuşup hep bir ağızdan gülerken ellerinde şarap kadehleriyle yan yana ayakta duran Zeynep’le Sıla’ya doğru yaklaştım. Sıla kafama elini atıp saçlarımı karıştırırken nerede kaldığımı sordu. Bıkkın bir sesle çok çalıştığımı söyledim. Elimi Sıla’dan çekmeden Zeynep’i öptüm. Arkam mutfak bankosuna, yüzüm mutfaktaki insanlara dönük, seyrediyordum. Birbirleriyle şakalaşarak iletişim kuruyorlardı.

“Ne alakası var olm, mal mısın” dedi, Selim Ali’ye. Ali elinde tuttuğu telefonu Selim’in gözüne doğru sokup “Al işte sokuk” diyerek karşılık verdi. Selim o kadar yakından telefonu göremediği halde Ali'nin doğru söylediğini anlamıştı. Sıla’yla Filiz aralarında konuşuyorlardı. Filiz, Selim için, “Evde hayvan besliyorum abi ben” dedi. Gülüyorduk.

Üstümüze çullanmış hayatın ağırlığını mesai sonrası, birlikte şaka yapmaktan hoşlandığımız insanlarla, bir çarşamba akşamı, esrarın, alkolün, fast food tavuk kanatlarının ve gülüşmelerin arkasına doğru ittiriyorduk.

“Çok düşünme” diyerek kafama vurdu Sıla. Ali bongdan bir duman daha aldı, hepsini üstümüze başımıza üfledi, gürültü yaparak konuşuyordu. Ne kadar alçak sesle konuşursa konuşsun sesi gür çıkan insanlardandı ama alçak sesle konuşmuyordu. “Anne babası dünyanın en sessiz insanlarıymış” demişti Sıla bir keresinde. Alışkın ve bir hayli yanlış bir kabullenmeyle gürültü yapmasını anlayışla karşılıyorduk. Bütün suçu ailene atabilmenin sonsuz kullanışlılığı. Tepkisel karakterlerin hareketlerinde, tavırlarında olmamış bir yan bulurum. Ali’de bu olmamış yan abartılı hareketlerle ortaya çıktığı zamanlarda daha da sakil duruyor. Sıla’nın onunla ne yaptığını hiçbir zaman anlayamayacağım.

Hayatı sevdiğim anlardan biriydi aslında. “Hayatı bu kadar çok sevmesem onun üstüne bu kadar düşünmezdim” diyerek içimden kendimi savundum Sıla’ya. Hayatım içimden geçen cümleler içinde geçip gidiyordu. Selim yağlı elleriyle Filiz’in telefonunu almak üzereyken Filiz durdurdu. Gerçekten de bir hayvanla birlikte yaşıyordu. Filiz tarafından eline tutturulan bir ıslak havluyla ellerini sildikten sonra telefonu aldı. Yeni düşmüş videolardan birini izletmeye başladı. “Ohaaaaa, adama baaak” diye bağırdı Ali. Zeynep, “Selim ve videoları” diyerek elindeki bardaktan bir yudum aldı. Sigaramı mutfağın havasına doğru üfledim.

“Eskiden tendürdiyot vardı, bu batikon sonra çıktı de mi” dedi elindeki batikon şişesine bakan Sıla. Sabah domates keserken elini de kesmişti. İşaret parmağında yarasından epey büyük bir bandaj vardı. “Tendürdiyot yakıyordu” dedi Selim, “bu yakmıyor.” “Batikonun tendürdiyotlaşma süreci üzerine bir tez hazırlamak isterdim” dedi Filiz, “hayatım boyunca böyle sikko mevzularda yazı yazabilseydim keşke." “Yazıyorsun zaten” dedim kendimi tutamayarak. İşine gönderme yapıyordum. Sosyal bilimlerin bilim olmadığına dair kanıtım sosyal bilimlerde deney tüpünün kullanılmamasaydı. “Kendi kaleme gol attım resmen” diye karşılık verdi Filiz. Biramı kendisine doğru kaldırıp küçük bir öpücük gönderdim aramızdaki insanların üzerinden. “Ne varmış onun içinde” dedi Ali. Selim “batikon var işte ne olacak” dedi. Ali “içindekileri soruyorum oğlum” diyerek karşılık verdi. Sıla kutuyu çevirerek “batikon varmış hakikatten” dedi. Ali küfür ederek elinden şişeyi aldı, kutunun içeriğini okumaya başladı.

“Ben en çok göz yakmayan şampuanlara uyuz oluyorum” dedim. “Bebeğin gözünü yakmayan şey benim gözümü nasıl yakıyor?”

“Sen geri zekalısın” dedi Selim, “bebekler gözlerini kapatıyor, sen yakmıyor diye kapatmıyorsun.”

“Niye kapatayım oğlum, üzerinde yakmıyor yazıyor.”

“Ya sen neden bebek şampuanı kullanıyorsun ki ayı” dedi Sıla.

“Ya kullanmıyorum aslında, denk geldiğinde deniyorum bir yerlerde.”

“Ne yapıyorsun lan sen” diye atıldı Ali, “bebekli kadınlarla mı takılıyorsun?”

Kendim kaşınmıştım. “Benden öncesi beni ilgilendirmez” diyerek söz alma ihtiyacı hissetti Zeynep. “Ama tuhaf tabii…”

“Ya benim çocuklu arkadaşım olamaz mı” diye sordum hepsine birden.

“Olur da senin arkadaşın yok ki” dedi Selim, “tanışalı bir yıldan fazla oldu, bir tane arkadaşını mı gördük şimdiye kadar?”

Hepsi çok haklıydı. “Pes, tamam. Zeynep’le tanışmadan önce bebekli kadınlarla yatıyordum ben. Bekar annelere karşı zaafım var. Hatta cinsiyetçi görünmemek için bebekli erkeklere de veriyordum” diye cevap verdim.

“Nasıl oluyor bebekli erkekler” diye sordu Sıla.

“Bebekli oluyorlar” dedim Sıla’ya doğru dönerek, “batikonun içinde batikon olması gibi aynı.”

“Ya dur dur, batikonun içinde 10 % polivinilpirolidon iyot varmış da ‘genel halk kullanımı içindir’ yazıyor şişede.” dedi Ali. Herkes gülüyordu.

“Kürtler de kullanabiliyor mu yani” diye devam ettirdim. Herkes gülmeye devam etti.

Ali “yok artık o kadar da değil” dedi.

“Kürtler doğuştan batikonlu zaten” dedi Filiz. Half-kürt diye dalga geçiyorduk Filiz’le. Diyarbakırlı bir babayla İzmirli bir annenin kızıydı.

“Antiseptik bir halk gerçekten” dedi Zeynep.

“Batikonu içiyorlarmış doğru mu bu” Filiz dedim. “Valla burundan çay çektiklerini biliyorum ama bunu ilk defa duydum” diyerek karşılık verdi.

Ali şişeden bongu tekrar dolduruyordu. Batikon masanın üzerindeydi. Zeynep mutfaktan dışarı çıkıyordu. Filiz Selim’in tek bacağının üzerine oturup elini de omzuna atmıştı. Sıla pansumanını bitirmiş, kadehine şarap dolduruyordu. Sigara yakıp dumanını arkama doğru üfledim.

İçimde gelecek günlerin geçmişini hissettiğim o bildik anlardan biriydi. Mungan’dan duymadan önce buna bir isim verememiştim.

Gelecekgünlerindebirgüngeçmişekarışıpkaybolacağınıbilmeduygusu.

Bütün duygulara isim vermek istiyorum.

Ağustostaçıkanilkserinliklebirlikteyazınbittiğinihissetmeduygusu.

Aylardırkimseninuğramadığıyazlığagirmeduygusu…

Elimde tuttuğum karahindibanın tohumlarını kendi nefesimle odanın dumanına karıştırdım. Elimde ince, yeşil, sikik bir sapla kalakaldım. Şişeden bozma bongtan bir kapak daha aldım. Birkaç saniye sonra bir videoya katıla katıla gülüyordum.

Yorumlar

Popüler Yayınlar